01 Mart 2021, 20:46 tarihinde eklendi

Huzursuz

Huzursuz
 Yağmur damlaları çarparken pencerene uyumak zordur, dönerken dünya ayaklarının üzerinde durmakta… Yatağında dönüp duruyordu, ayak bağı olmuş yaşantısının bedenine sığmadığını düşünüyordu. Hayatın onu zımparaladığı gerçeği uykularını bölüyordu. Geceler sabaha, günler geceye evrile dursun bir Eylül sabahı tavanla göz göze gelirken tekrarlıyordu.
      ‘Tanrı beni bedensiz yaratmış.’ 
Gözlerini devirip bedenine çarşaflara dolanan korkularını savurmak istiyordu. Günlerdir aynı yastığa baş koyuyordu. Gün dönmüş, alarmı çalıyordu. Elini uzatarak tek bir erteleme derken yere düşen bardağın sesiyle artık gözlerini kapayamayacağını anladı. Gecelerin kısalmasını kutlayan insan sesleri yankılanıyordu duvarlarında, şehir ondan önce uyanmış, mesaisine başlamıştı. Üst kattaki ile arasındaki boşluğa yalnızlığını sığdırmaya çalışıyordu. Yerinden doğruldu; ayağının değdiği yerden içine karışan ürperme parke soğukluğundan başka bir şey değildi. 
     “Bir halı almak lazım.”  
Halıların sıcaklığı ona geçmişini; baba evindeki anne şefkatini hatırlatıyordu. Koridordan yürüyerek banyoya ulaştı. 
“Günaydın” 
“Sana da”.
    Ellerini saçlarına götürerek yatıştırmaya çalıştı. Dün gecenin ağır bilançosu; bir sıfır mağlup olmuş ve rövanşını almak istercesine muslukla savaşıyordu. Açılınca kapanmak bilmeyen kapanınca açılmayan musluğu işyerindeki kadınlara benzetti. Nihayetinde suyla buluşup diş fırçasına uzandığında kendi topraklarının kralını selamladı. Aynadaki siluetin dişlerini fırçalıyordu, geç kalmışlığının sızısı diş boşluğundan ona sesleniyordu.
     “ Yine mi?” 
     Kendini hatırlatan sadece dişi değildi içeriden gelen kahve kokusu ocağın hala yandığının habercisiydi hızla mutfağa girerken ayağının takıldığı yere bakarak geç kalmışlığının bir listesini yaptı. Banyodaki musluk, kırılmış fayanslar… Görevleri ile istekleri arasındaki bağı kesmek istercesine doğruldu. Ocağın altını söndürdü. İçeriye doğru seslenerek;
     “Kahvenin altını açık unutmuşsun.”
     Kahve kokusunun evin içinde özgürce hareketine izin verdi, tüm boşlukları fetheden bu koku ile dolaştı. Perdeleri açarak güneşi selamlamak istedi. Perdeye uzandığı sırada çalan kapı ve içeriden gelen sese kulak kabarttı;
     “Bir, iki, üç…” Kapı açıldı. Gelen kapıcıydı;
     “Bir isteğiniz var mı?”
     “Hayır.”
     “ Bir, iki, üç” sokak kapısı kapandı. Dünyayla bağlantıyı kesmek için ne muazzam bir silah. İnsanın evi kalesidir duvarlarını sırlarıyla ördüğü. Görünmezliğin keşfi örülen ilk tuğla ile gerçekleşmiş olmalıydı. Oturma odasına doğru atılan adımlar gıcırdayan yerin onu kucaklaması gibi alışagelmiş her şey insanı güvende hissettirir. Kumandayı aldı, televizyonu açtı oturduğu koltuktan aniden sıçradı elini gezdirdiği yüzeyin nemli olması onu dün geceye götürdü. Ne olmuştu? 
     “Sahi ne oldu dün gece?”
     Sabah programlarının girdabına düşmeden önce;
    “ Hatırlamıyor musun?”
      “Hayır”
    Bir o kanaldan bir bu kanala doğru savruluyordu ki içeriden gelen piyano sesiyle irkildi. Birkaç metrekareye sığamazdı insan, adımları karışır birbirine ruhunun. Aklının odalarına baskın var, ellerini kaldırmanı ve teslim olmanı ister her daim insanlar. Teslimiyet dediğin yarı zamanlı olmaz. Bir memurun sorgusuzca sekiz-dört mesaisi gibi gidip gelmen lazım. Oda duvarlarının arasını tuğla yerine kâğıtla örmüşler, salondan koridora doğru giderken içeriden gelen sesleri dinledi. Sanki piyanonu tuşlarına değil de şah damarına basıyordu nefessiz kaldığını ve dizlerinin yere doğru deviniminden bayılacağını anlayarak bir şeylere tutunmak istedi. Elleri boşlukta asılı kaldı. Tıpkı hayatta olduğu gibi…
     Ne kadar kaldığı bilmediği parkenin üzerinde gözlerini aralarken fark ettiği şey az eşyanın çok huzur olmadığıydı. Bir iki şey olsa belki de yere kapaklanmayacaktı. Tutunacağı şeyleri olması ne güzel şeydir insanın. Yataktan kalkma sebebi, adımları tersine değil de hayata doğru atabilmek gibi… Bunları düşünürken kapısı çalıyordu. Kapıya doğru yürüdü. Saniyeler bir yılan gibi sokulur insanın hayatına, dakikalara dönmemek üzere yolculadığın bir gemi gibi arkasından bakarsın. Dışarıdaki sabırsız sürekli çalan bir zil…
    “Bir, iki, üç”   
     Kapının koluna dokunduğunda diğer tarafına geçecekti hayatın. Kapı açıldığı anda ilerisine düşecekti kuytularının. Kapıyı açtı. Karşısında hiç yeşermeyecek bir ağaç gibi duruyordu.
    “Dün gece sana okuduğum kitap, al”
Dün gece mi, diye düşündü. Kapıyı kapatıp içindeki benlere dönmek, kendi kalabalığında kaybolmak istiyordu. Bir yağmur damlası sanıyordu onu uyandıranın, dönmek istiyordu aynı yere ama mümkün olmuyordu, yol almıştı.
    “Almayacak mısın?” kitabı uzattı.
    “Al”
İstemsizce kitabı alıp kapıyı kapattı. Elindekine baktı;
                    ‘Huzursuzluğun Kitabı’
    Ne olduğunu anlamıştı. Ruhuna düşen kelimeler onu uyandırmıştı. Duyduklarından sonra devam edemediği yolda istemediklerine sarılmak zorunda kalmıştı. Salondan ve içeride piyano çalan adamdan çok öteye gitmişti. Ayaklarının üzerinde durduğunda kendini gördüğünü sandığın aynada yabancılarla konuşmuştu çünkü öyle bir zamanı göstermişti ki hayat kendisi olmaya korkmuştu, sığınamadığı kadar sığ kalmıştı kendine. Sonra fark etti; ateşi yakan da yanan da kendisi olmuştu.
Bir yazı, bir satır, bir kelime kurtarır beni, diyordu. Hoş geldin, Pessoa!

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *