20 Aralık 2020, 20:34 tarihinde eklendi

Edebiyatın Tartışılamazları ve Okurun Yazara Yüklediği Tanrısallık

Edebiyatın Tartışılamazları ve Okurun Yazara Yüklediği Tanrısallık
Aralık ayının başlarında Türk edebiyatı skandallarla dolu birkaç gün geçirdi. Uluslararası ölçekte bir değere sahip olan me too hareketini doğrularcasına birçok kadın muhtelif yazarlar tarafından uğradıkları tacizi ifşa etmeye başlamıştı. Her şeyi kendi düsturu, standartları ve algılama kapasitesi ile değerlendirme hatasına düşen insanlar, soğukkanlılık ile konuyu ele almakla ilgilenmeyerek kendilerinden bekleneni yaptılar. İfşa eden kadınlara “Neden bunca zaman bekledin?” ya da “Delil göster!” diyerek çıkışanlar, konunun muhataplarını anlamak ile ilgilenmiyor, kendi yorumlama düzeylerinin böyle bir konu için yeterli olup olmadığını düşünmeden irrasyonelliklerine devam ediyorlardı.
 
Sosyal medyanın kaçınılmaz etkisi, iletişim ve bağ kurabilme gücünden yararlanan birçok kadın bir buz tanesinden çığ yaratmayı başarmış ve bunun somut kazanımlarını da (yayınevlerinin adı geçen yazarlarla ilişkilerini kesmeleri, ödüllerin geri alınması vs.) elde edebilmişlerdi. Konu ilk günlerindeki tazeliğini ve sosyal medyada gündem oluşturma gücünü geride bırakmışken, tekrar isimler beyan edip kimsenin reklamını yapmaya niyetim yok ama tüm bu süreçten hafızalara kazınan bir söz meydana çıktı: Eril faillik.
 
Bu yazıyı Word üzerinde yazarken, programın “faillik” kelimesinin altını kırmızı çizgi ile çizerek böyle bir sözcük olmadığını bana bildirmeye çalışması da ne kadar manidar. İsmi taciz ile yan yana geçen ilgili yazarın Twitter üzerinden paylaştığı özür metninde gördük bu sözü. Görür görmez de bir yapı sökümüne girercesine hepimiz bu sözün ne anlama sahip olduğunu, niçin böyle bir sözün tercih edildiğini tartışmaya koyulduk. Yazımın tamamı bu kelime ve sosyal medyadaki taciz ifşaları ile ilgili olmayacak, çünkü konu hakkında yeterince şey söylendi ve somut kazanımlar elde edildi. Ben, buradan yola çıkarak kültür & sanat camiamızdaki mevcut iklim hakkında konuşmak ve okuyucunun düştüğünü düşündüğüm türlü tuzaklardan bahis açmak istiyorum.
 
Öncelikle şu “eril faillik” denen kavram hakkında konuşalım. Bunu yaparken, sözcüğün taşıdığı anlam ya da anlamsızlığa değinmeden önce gramer ve etimoloji üzerinden bir pencere açalım, çünkü sözcüklere hâkim olan gündelik konuşma akçesini de belirler. Öyle ki Fransız yazar ve filozof Gilles Deleuze, dilin bir enformasyon değil, buyruk aygıtı olduğunu ve buyruğun üniversiteler dâhil yer yoldan pompalandığını iddia eder. Demek, bir sözcüğün taşıdığı anlam, sözlük anlamından bağımsız olarak günün şartlarına, zamanın ruhuna, çağa göre farklı şeyler çağrıştırabilir. Arapça kökenli “fâil” sözcüğü “eden, yapan, işleyen” anlamlarına sahip olmakla birlikte kelimenin ikinci anlamı “özne”dir. İşi gerçekleştiren, yapan, eden kişiyi karşılayan özne kelimesine tekabül eden “fail” sözcüğünün üçüncü anlamı ise hukuki sonuç doğuracak bir suç işleyen kimsedir.
 
“Eril faillik” ifadesindeki “-lık, -lik” eki ise bir yapım ekidir ve yani eklendiği kelimenin anlamını, sahip olduğu ifadeyi değiştirir. “Ormanlık, odunluk, taşlık” gibi kelimelerde yer ismi yapan “-lık, -lik” eki sıfat (aylık [ücret], bayramlık [elbise], hediyelik [eşya]); alet edevat (kulaklık, gecelik, dizlik, buzluk, sebzelik, dizlik) anlamları içeren kelimelerde de bulunur. Ekin şimdi bizi ilgilendiren görevlerinden biri de soyut isimler ve durum isimleri yapması. Örneğin, “delikanlılık, açlık, arkadaşlık, dostluk, evlilik, kardeşlik, temizlik, yolculuk, vicdansızlık” gibi örneklerde “-lık, -lik” eki soyut isimler ve durum isimleri elde etmemizi sağlar. “Eril faillik” ifadesindeki ilgili ek de tam bu gruptadır, yani durum ve daha çok soyut isim elde edilebilme grubunda!
 
Fâil sözcüğünün “yapan, eden, işleyen” gibi ilk anlamlarının yanı sıra “özne” anlamı taşıdığını da belirtmiştik. Burada, dilbilgisinden bağımsız olarak önemli bir soru karşımıza çıkıyor; özne soyutlanabilir mi? Gülten Akın’ın “İnsan sorumluluktur,” dizesine bakarsak buna “hayır” yanıtını vermemiz gerekiyor. Birtakım haber üsluplarından hepimiz aşinayızdır; öznesi belli olmayan cümleleri sık duyarız. “Patlama yaşandı,” derken yüklem edilgen ek almıştır. “Kim tarafından?” sorusuna böyle bir cümlede yanıt bulunmaz. “Yağmur can aldı,” dediğimizde ise dilbilgisi açısından “kim can aldı?” sorusuna yanıt bulabiliriz; buna göre can alan yağmurdur. Ancak insan, yani özne nerede?
 
Lacan okumalarından yola çıkarak bu sözlerimi değerlendirirsek elbette öznenin üstünü çizmemiz gerekiyor. Ancak öyle bir yola girerseniz, aynı kavramlar ile farklı konulardan bahsettiğimizi hatırlatmam gerekir. Lacan, Freud okumalarında “özne”, yani “subject” kelimesinin üstünü çizer. Çizer ama bununla insanın bilinç düzeyinde yaptığını sandığı tercihlerin kökeninde bilinçaltının yattığını savunur. Dolayısıyla benim kastettiğim “özne” ifadesi ile Lacan’ın üstünü çizdiği “özne” aynı anlamlara sahip değil. “X faili, Y faili, Z faili” dersek özneye sahip oluruz, ancak “faillik” dediğimiz zaman öznenin kim olduğu belli değildir. İşte dilin kıvrak durumlarından biri…
 
Biraz da kültür iklimini ve genel okuyucu eğiliminin neden yazarlara Tanrısallık atfetme yönünde olduğunu konuşalım. Kültür iklimi, insanların gündelik yaşamlarını belirlemesi bakımından önemlidir. Siz, söz konusu kültür ile içli dışlı olmasanız dahi o iklimin içerisindesinizdir. Eskilerin, kendi gençliklerinde okur yazar olmayan insanların dahi ne kadar zarif konuştuklarına yönelik anılarını herkes bilir. Bugünün edebiyat ikliminde her dikkatli kültür & sanat sevdalısının göreceği ise bellidir. Türk edebiyatında bazı yazarlar ulaşılamazlık payesi ise donatılır ve onların metinleri tenkit edilemez. Bununla da kalınmaz; kimi eleştirmenler, edebiyat ana dalında ihtisas yapmış isimler de birtakım yazarları katıksız bir yüceltme yoluna giderek söz konusu kültür iklimine “katkıda” bulunur.
 
Okuyucunun algısını şekillendiren bu durum giderek yerleşik bir durum hâlini alır ve çoğunlukla irrasyonel olan insan evlâdı da yaratılan bu kültür ikliminin işaret ettiği “özne”lere, yazarlara doğru sorgusuz sualsiz meyletmeye başlar. İnsanın, “cevabı bilen birini” arama eğilimi psikanalizin bize öğrettiği başlıca unsurlardan biri. Klasikleşmiş sinema filmlerinden Forrest Gump’ta ilgimi çeken bir cümle var. Hiçbir sebep yokken, yalnızca canı koşmak istediği için yıllarca koşan ve medyada yankı uyandıran kahramanımız Forrest Gump’un peşine yine bu koşularından birinde biri takılır. Forrest ile beraber koşabileceğini söyleyen bu kişi, hemen ardından ekler: “Seni gördüğümde dedim ki: ‘İşte cevabı bilen biri.’” Ve bu yanılsama pahasına hem o kişi hem de başka birçok insan Forrest Gump ile beraber koşmaya başlar. Gump’un ise onlara vereceği hiçbir cevap yoktur. Etrafındaki kişiler, Forrest’in “cevabı bilen biri” olduğunu zannetmişlerdir, hepsi bu.
 
Bu “cevabı bilen birini” arayan kişinin sıkı bir okur, edebiyat sevdalısı olduğu durumlarda da okuyucunun favori yazarları Tanrısallıktan pay almaya başlar. Tıpkı Forrest Gump filmindeki gibi, sevdiği, “cevabı bildiğini” düşündüğü yazarın peşinden koşmaya başlar okuyucu. Yaratılmış kültür ikliminde makyajlanan yazarlardan birini seçer ve onun adeta “insandan öte” bir sır taşıdığını düşünmeye başlar. İnsanın anlam arayışı farklı formlarda, şekillerde ortaya çıktığı gibi edebiyat özelinde de bu pratikler oldukça yaygındır. Böyle bir durumda dürüst kişinin, dürüst yazarın yapacağı tek bir şey var. Kendisine biçilen rolü yerle yeksan etmek. İnsan ruhunun en tenha bölgelerine, karanlık kısımlarına diğer insanlardan belki de çok daha fazla girmeyi, bilinçaltına herkesten daha çok gidip gelebilmeyi başaranlar yazarlar ise yapılması gereken okuyucunun atfettiği bu Tanrısallığın yalan olduğunu her fırsatta itiraf etmektir.
 
Bunu dürüst bir kişinin, yazarın yanı sıra avangart ruhlar da yapabilir. Avangardın, yani öncünün anlamlarından biri “bir sanat ve düşünce akımını, çağına göre yeni bir görüşü başlatan kimse veya eser, müjdeci” olarak yazılmıştır. Avangart olmak yalnızca yerleşiği yıkmaktan ibaret değildir; yıktığının yerine yenisini koyan kişi avangarttır. O hâlde dürüst kişinin, dürüst yazarın kendisine atfedilen kutsallığı, “insandan öte”liği sürekli olarak yıkması hem okuyucularına hem de aslında kendine karşı dürüst olması anlamına gelir. Ne hazin ki, okuyucuların sık sık övdüğü, “diğerlerinin görmediği bir şeyi gören” özellikler ile değerlendirdiği birtakım yazarlar da kendilerine değer biçmeye başlarlar. Ortaya bu tip okuyucunun başlattığı ve yazarın da kendisini inandırdığı bir yalan çıkmaya başlar. Böylece dışarıdaki kişinin anlayamayacağı, söz konusu yazarın eserleri ile içli dışlı olmayanların anlam veremeyeceği bir “üst anlam” ortaya çıkar. Bu “üst anlam” yazarla okuyucuları arasında gelişir. Böylece bir büyük yalan sürüp gider…
 
Peki nedir? Sanatın herhangi bir disiplininde üretim gerçekleştiren insanların en temel amacı, başkalarının sevgisini kazanmaktır. Büyük laflardan, ilkelerden hemen önce bu “çocuksu” yakıştırmaların yapıldığı, aslında bence gayet anlaşılabilir olan sevilme isteği vardır. Bu, herkes kadar sanatkârların da sahip olmak istediği bir mücevherdir. Öyleyse bundan münezzeh olmak hiçbirimizin harcı olamaz. Yavuz Çetin’in anlatıldığı bir belgeselde Teoman, sevilme ihtiyacına yönelik şu cümleleri ile şahane bir dürüstlük örneği sergiler: “Yavuz çok cool bir adamdı evet, ama herhalde Yavuz da dahil hiçbirimiz o kadar cool olamayız. Çünkü hepimiz sevilmek istiyoruz.” Öyleyse okuyucu olarak, yaratılmış kültür ikliminin bilinçaltımıza işlercesine hep aynı yazarlardan bahsetmesinde bir bit yeniği aramalıyız. Bunu bulduktan sonra ise yapacağımız şey, benim görüşüme göre, yazara şunu sormaktır: Neden kendini yıkıp yeniden kurmadın? Neden sana atfettiğimiz “insan öte”liği aldın, kabul ettin ve bunu oynadın? Hayır, artık bu numaralara kanmayacağım!

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *