08 Aralık 2020, 01:21 tarihinde eklendi

Beni Unutma

Beni Unutma
Ters çevrilmiş bir sandalın üzerinde oturuyordun seni son gördüğümde. Parmağınla sabah güneşin kuruttuğu yosunlarla oynuyordun. Parmağının geçtiği yerler sandalın üzerinde beyaz bir iz bırakıyor gibiydi. Sanki sandalın doğal rengi yosunlardı da sen parmağınla o doğal rengin üzerinde beyaz bir iz bırakıyor gibiydin. Yanına doğru yürüdüğümü fark ettin. Kafanı bana kaldırınca gümüş ay yüzünü aydınlattı ve saçlarını. Kumral saçların ne güzel parlardı ay ışığında; sanki ay ışığı kumral saçlarında yeni bir güneş sistemi oluşturuyormuşçasına, tane tane yıldızlar parlardı saç tellerinin arasından. Kafamdan geçen bu düşüncelerle yanına doğru ilerlerken sen ise bembeyaz elbiseni toparladın. Elbisen o kadar beyazdı ki saçında çiçekten bir taç olsa belki de bir peri kızı sanabilirdim seni o son gece. Bana bakıp kırık gülümsemenle “Geç kaldın yine” dedin. Aslında önceden olsa geç kalmadım derdim ama bu son geceydi. İnsan hiç ayrılığına geç kalır mıydı? Kalmamalıydı… Bir şey diyemeden yanına oturdum. Haklıydın, bu gece en azından bu gece geç kalmamam gerekirdi. Hem belki geç kalmasam bu ayrılığa gerek olmayacaktı. Denizden bir meltem esti, sen üşüyerek her zamanki gibi bana sokuldun, başını omzuma koydun. Omzum ısındı önce; sonra o sıcaklık omzumdan vücuduma doğru yayıldı. “Benim günahım neydi?” diye sordun. “Günahı olan hiç kimse bu kadar güzel olamazdı.” diye cevap verdim. “Haklısın” dedin. “Senin günahın neydi?” diye sordun. “Günahım olmasa geç kaldığıma pişman olmazdım.” diye cevap verdim. Pişmanlık ne büyük kelime aslında. Ellerinin, gözlerimin ve yanağımın üzerinde gezdiğini fark ettim. Ağladığımın farkına o anda vardım. Aslında beni değil göz yaşlarımı seviyordun tam o sırada. Bu kadar saf bir sevgi daha önce görmemiştim. İlk hıçkırığım geldiğinde ise yüzümü tutup gülümseyerek baktın. Sonra bir öpücük kondurdun tam dudaklarımın üzerine. İşte sırf o öpücük nedeniyle ben hiç unutamayacaktım seni. Dediğim gibi ne suçlu ne de yanlış vardı. Dediğin gibi ne gaddar ne de vahşi vardı içimizde. İkimiz de elimizden gelenleri yaptık aslında. Bu ilişkiden sonra senin içinde cennet bahçeleri açacakken benim içimde kasvetli bir nekropol oluşacaktı. Deniz köpürmeye başladığında bana “Fırtına yaklaşıyor” dedin ve ekledin “Eve git istersen.” İkinci hıçkırık geldi. “Nasıl gideyim?” dedim hıçkırarak “bu son gecemizde bari yanında kalabileyim. Hem belki elin, elimi bulursa ikisi bir dalgakıran yapabilir. Belki ikimizin birleşmiş elleri fırtınaya bir son verebilir.” dedim bir umutla. Belki bana hak verirsin diye baktım gözlerinin içerisine. Gözlerinde yaşlar vardı; tam altlarında birikmiş gözyaşı topları. Gözyaşı toplarının içerisinde ise ay ışığı dans ediyordu. “Gücüm kalmadı.” dedin. “Benim var benimkinden al.” dedim. Gözyaşların iplerinden kurtulmuş iki at gibi ay ışığını dudak kıvrımlarına doğru ilerletmeye başladığı anda göz yaşlarından öptüm seni. Göz yaşların tuzluydu; aynı deniz gibi. Doğru ya zaten denizleri de gözlerinde taşırdın; bu nedenledir ki sonumuzun sahilde olması, bu nedenledir ki dolunay tam gökte iken gidişin. Deniz çekiliyor olmalıydı. Ayağa kalktın ve denize doğru yürümeye başladın. Halhalın çarptı gözüme; rengarenk güzel bileklerine sarılan halhalın. O halhal yerinde olmak istedim. Ayak bileklerine sarılmak, ayak bileklerini öpmek istedim ama oturduğum yerden kalkamadım. Görüntün beni bir sandalın üzerine hapsetmişti. Bense o görüntünü sonsuza kadar zihnime hapsedecektim. Ayakların sahilde bir ileri bir geri giden denize ilk ulaştığında fark ettim bir sonsuzlukla mücadele ettiğimi. Ben sonsuzlukla mücadele ederken sen İsa mesih gibi suyun üzerinde yürüyordun.  Ben ise senin yarattığın bu mucize karşısında sana daha da bağlıyordum ruhumu. Denizin en derin yerine gittiğinde bana doğru döndün. O sırada ay güneşe karşı hiç kazanamayacağı bir savaşı veriyordu aynı benim gibi. Bana el sallamaya başladın; yüzünde bir gülümseme. O gülümseme içimde taşıdığım nekropole saplandı kaldı. Kalkamadığım sandalın üzerinden zorlansam da elimi kaldırdım ve sana el sallamaya başladım. Ben de gülümsüyordum sana; bir şelalenin arkasındaki mağara gibi göz yaşlarımla maskeleyerek gülüşümü el sallıyordum sana. Deniz seni yavaş yavaş içerken uyandım yüzyıllardır görüğüm kabusun içerisinden. Uyandığımda sırtımı sandala dayamıştım. Sandalın üzerinde ıslak yosunları kurutan güneş bana dik dik bakıyordu. Elimde yüzyıllardır içtiğim şarap şişesi. Şişeyi vurdum sandalın üzerine, şişe kırıldı, cam kırıkları görevini yaparak kesti. Sandalın ismi çarptı gözüme. “Beni unutma”ydı ismi sandalın. “Unutmadım.” dedim. “Biliyorum” diye cevap verdin denizin üzerinden esen meltemle. “Sadece senin geç kaldığın yerde deniz dakikti.” Sesini duymak iyi hissettirirken bütün vücuduma bir ağrı sapladı. Elimde kırığı kalmış şarap şişesini denize doğru fırlattım, sırf seni benden alan denizin canını acıtabilme umudu ile. “Ben seni daha çok sevdim ama.” dedim. Kollarımdan aşağıya kanlar akıyordu. “Biliyorum.” dedin. Denize doğru yürümeye başladım, deniz benden geriye doğru çekildi. “O nedenle yaşaman lazım.” dedin. Deniz o kadar geri çekildi ki bir kumu kaldı içime dolan. “Yaşayacağım” dedim. Ve o gün yeniden gömdüm kendimi, kendi içimde yer alan nekropole. Yüzlerce kez yaptığım gibi.
Genç yaşta aramızdan ayrılan güzel insanlara… O kadar güzelsiniz ki…
 
 

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *